ŞAİRİN SON GÜNLERİ

Hikaye hakkında açıklama: “Ünlü Kazak yazar Kabdeş Jumadilov tarafından kaleme alınan bu hikayede sosyalist şair ve yazar Saken Seyfullin’in (15 Ekim 1894 – 25 Nisan 1938) Stalin’in emriyle öldürülmeden önce KGB zindanlarında geçen son günleri tasvir edilmektedir.

Bilindiği gibi 1937-1938’de Kazakistan’da Stalin tarafından geniş çaplı yürütülen tasfiye hareketine yüzlerce Kazak aydını katledilmiştir. Seyfullin onlardan sadece biridir. Yazar bu hikayesi ile onların feci akibetine dikkati çekmek istemektedir. “
Şairin Son Günleri
Son aylarda dünya alt-üst olup aklı karışmıştı. Başından geçenler gerçek mi, yoksa gördüğü bir rüya mı; bunu anlamak zordu. Yahut bu yalan dünyaya paralel başka bir zaman dilimine mi düşmüştü? Belki de çoktan ölmüştü, şu anda görmekte olduğu da cehennemin bir azabı mıydı? Hiçbir şey belli değildi. Düşüne düşüne zihni de yoruldu. Ümidi kırıldı. Başlangıçta gaipten muazzam bir güç gelip onu kurtaracakmış gibiydi, ama sonra o da zamanla yok oldu.

Şair mağrur idi, kibirli idi. Gören insanın gözünü kendisinden alamayacak kadar yakışıklı idi. Şimdi bundan bir kırıntı bile kalmadı. Tüm kişiliği ezilmişti. Hapishanenin ilk günleri böyle kişilikleri yok ederek, mahkûmu insanlığından çıkarmaya hasredilirmiş. İnsanın özgürken hiç kimseye boyun eğmeyen, onur kırıcı davranışlara izin vermeyen vahşi bir gururu olur. Bunlar ilk önce insandan bu gururu alıyorlarmış. Bu da şimdi değirmene düşen buğday gibiydi; yoğurulmaya her an hazır un mu, kavurga mı, öyle bir şey.
Buraya geldiğinden beri aynaya bakmamıştı. Ama bir zamanlar güzel kızların gözünü alamadığı, hatta erkeklerin bile özel olarak baktığı, nurlu simasının kaybolduğunu hissediyordu. Yüzü gözü şişmiş, kocasından dayak yemiş kadın gibi vücudunun her yeri mosmor. Ateş saçan iki çift gözünün yerinde şimdi çukurumsu bir şey duruyor. Gözüne darbe yemiş diyorum, çünkü o şiddetli dayakların birinden sonra devamlı yaş geliyor, bulanık görüyor. Cellatların yumruğu at tepiği gibi. Ön dişlerinin hiçbiri yok. Şairi diğer erkeklerden ayıran bir diğer özelliği ince bıyıklarıydı. Cellatların gözüne mi battı, ne! Son sorguda sağ yanağından bıyığını kanatarak koparmışlar. Ağır işkenceye ruh dayansa da, vücut dayanamıyormuş. Bu günlerde tek bir dileği var: “Vurmasalar, canımı acıtmasalar” diyordu. Sorgu memurlarını gördüğünde, gene nereme vuracaklar diye kendi kendine büzülüp küçülüyordu.
Hayattan ümidini kestiğine çok oldu. Bir daha aydınlık dünyayı göreceğim diye bir ümidi yoktu. Bu haliyle hayata dönüp de ne yapacak? Canlı bir ceset gibi, insanların içine nasıl çıkacak? Bu hayatta onun vaz geçemeyeceği ne kaldı ki? Şairin bundan sonra hasretle beklediği tek şey ecel. İnsanı ağır işkencelerden sadece ölüm kurtarır. Bundan önce ölümden çok korkuyordu. Ama bu hataymış. Ölüm, insanların düşündüğü gibi kötü bir şey değil, bir kurtarıcı imiş. Böyle pis bir dünyadan seni temizleyecek, acı çeken ruhunu dinlendirecek bir sığınağın olması ne kadar güzel! Mağcan nasıl da bilip söylemiş:
“Bana da ölüm, ninni söyle,
Ninni söyle ölüm ninni söyle!
dediği dizeler şimdi ona bir ninni gibi geliyor. Bu köpekçe hayatta kimin kadrini kim bilmiş, hey gidi Mağcan bir bilgeymiş. Kendisinin dediği gibi, “Güneşten doğan, güneşten doğan bir peygamber.” Bu arada Mağcan da tekrar tutuklanmış herhalde. Onun hapisten çıkmasına bir yıl ya oldu, ya da olmadı. Bir kere cezasını çekip çıkan şairin tekrar hapse girmesi de neymiş? Kuşkulanmasına sebep, son sorgulardan birinde Mağcan’ın adı geçti. O da belki “Japonların ajanı” olsa gerek.
– Cumabayev geçen sene Almatı’ya geldiğinde onu evine çağırıp misafir etmişsin. O gün ikiniz ne hakkında konuştunuz? Birbirinize nasıl bir görev verdiniz? – diye sordu. Güler misin, ağlar mısın?
– Kazaklarda böyle birlik ve beraberlik nerede?! Mağcan ile ikimiz hayatımız boyunca birbiriyle kedi köpek gibi hırıldaşarak yaşamış insanlarız. Bizim bahtsızlığımızda burada. Öyle bir anlaşma yapıp, dünyanın bir ucundaki Japonlarla işbirliği yapmış olsak, ne mutlu bize! – demişti kızgınlıkla. Bu cevabı verdiği için onu bir daha dövdüler.
Şair tutuklandığında sonbahar idi, şimdi Şubatın sonu. Kahrolası o 24 Eylül’ün üstünden de beş ay geçmiş. Her günü bir seneye denk gelecek işkence dolu aylar. Hapishanenin içi çok soğuk. Mahkûm pamukları lime lime olmuş, alacalı döşeğe göğsünü koyup, rengi solmuş eski örtüyü göğsüne doğru çekti. Güneş yükselmiş olsa gerek, demir parmaklıklı camdan hafif ışık sızıyor. Böyle aydınlıkta ancak fark ediliyor: döşek ve çarşafın her tarafında kurumuş kan lekeleri var. Kendi kanı mı, yoksa başkalarının kanı mı belli değil. Üstüne başına toz kondurmayan, pis bir yere oturmayan, kirli tabaktan yemek yemeyen kibar şair, şimdi hiçbir şeyden iğrenmiyor. Hayattaki tüm alışkanlıkların, karakterin ölmesi, insanın kendisinin de ölmesi demekti.
Son günlerde onu hiç kimse rahatsız etmedi. Sorgu odasına götürüp sorguya çekmeyeli de yarım aydan fazla oldu. Buna bakılacak olursa “düğün” yakın. Sorup soruşturacak ne kaldı? Her şeyi sordular. Her gün dövüp, sinek kadar aciz canını acıtarak gerekli tüm evraklara imzasını attırdılar. Suçları yeterince var. “Halk düşmanı, Sovyet hükümetini yıkmaya çalışan gizli örgütün üyesi, yabancı ülkelerle işbirliği yapan Japonya’nın ajanı…” Daha ne olsun? Meşhur 58. maddenin birkaç fıkrasına tamamen uyuyor. En büyük ceza! Cezaların en büyüğü! Sadece bu bir an önce gelse ve bu “oyundan” kurtulsaydı!
Sorgu diye adı olmasa, o da bir tiyatro, kedi ile farenin oyunu gibiydi. Kedi eline geçen fareyle hemen yemeye acele etmeden, öteye beriye kaçmaya çalışmasına izin vererek oynamaz mıydı? Bu da ona benzer bir şey. Bunu soruşturan NKVD binbaşısı, bu tasfiye hareketi sırasında Moskova’dan özel olarak gelmiş görünüyor. Buz gibi soğuk simasıyla soğuk rüzgârlar estirerek ve çakır gözlerini çatarak, insana düşmanca bakıyor. Yedi ceddinden gelen bir kini var sanki.
– Böylece, uzun yıllar Japonya’nın ajanı olduğunuzu itiraf ediyorsunuz, değil mi? – demişti ilk karşılaştıkları anda.
– Ne Japonyası? Ben hayatımda canlı bir Japon bile görmedim! – dedi, henüz daha kişiliği ezilmemiş şair.
– Japon’u görmemişseniz, onun işbirlikçisi Kolçak ile arkadaş oldunuz! Ne farkı var?
– Yalan! Kolçak’ın “ecel vagonunda” olan insan kendisinin has düşmanıyla nasıl anlaşır? Ben o zamanki olayları “Dar Yol, Kaygan Geçit” adlı kitabımda açıkça yazmıştım.
– Göz boyamak için kitabı kasten yazmışsın! dedi sorgu memuru keyifle sırıtarak.
– Aksi halde, Kolçak’ın hapishanesinden kolayca dışarı çıkmayı nasıl açıklayacaksın? Onlar sizi özel bir görevle kasten salıverdiler.
– Boş laf! Ben Kazakistan’da Sovyet iktidarını kendi elimle inşa eden insanım. Kendi hükümetime kendim tuzak kuracak deli miyim?
O sinirlenip öfkelendikçe sorgu memurunun keyiflendiği görünüyordu. Çakır gözleri çakmak çakmak olup, alay ederek güldü.
– Bunda şaşılacak ne var? Sömürge halkın bir ferdi için hepsi bir değil mi? Sovyet imiş, Kolçak imiş, ne fark eder, efendi olması yeterli… Japonlar şüphe uyandırmamak için Kızıl Komiser olduğunuz için sizi özel olarak seçmişler. Siz ise ikili oynamayı seçtiniz. Bir taşla iki kuş vuracaktınız…
Böyle bir saçmalığı daha ne kadar dinleyeceksin? Şair yerinden nasıl fırladığını kendi de fark etmedi.
– Yalan, iftira!… Siz binbaşı, kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? Sizin karşınızda Kazakistan’da yeni edebiyatın temelini kendi eliyle atmış, Sovyetlerin birinci şairi, Halk Komiserleri Sovyeti’nin eski başkanı duruyor. Bilesiniz! – demişti öfkeden tir tir titreyerek.
Binbaşı oturduğu yerden sırıtarak güldü ve kapı taraftaki görevlilerinden birine işaret etti. Kapıda NKVD’nin tasmalı köpeği, bedeni Kazak, ruhu şeytan Devkara deminden beri emir bekliyormuş. Adam dövmenin eşsiz üstadı… Ense köküne ağır bir darbe yer yemez şair havaya uçup uçup yere düştü. Ondan sonrası bulanık. Birisi kalın tabanlı iri çizmesiyle acımasızca tekmelemeye başlamıştı… Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu, bir ara gözünü açtığında, koğuşa sürüklenerek atılmış olduğunu anladı. Tüm kemikleri kül olmuş gibi, kıpırdamaya dermanı yoktu. Ağzının içi kanla dolup iki kürek dişi ağzında boş duruyordu… O zaman anladı ki: bunlarla adam gibi konuşup, mantıklı bir şey anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba imiş.
Ah yalancı dünya, diğerlerinin de maruz kaldığı muamele bu olmalıydı. Bundan bir ay önce Beyimbet’i görmüştü. Bunu sorguya götürürlerken, iki cellat onu iki kolundan tutup baygın bir halde koridorda sürüklüyorlardı. Vah, beyzadem vah! Aynı yıl doğmuşlardı… Koyun ağzından ot almaz uysal bir insandı! Sana bu kötülük yapılıyorsa, bizlere neler yapılmaz ki! Geçen yıl yazın ilk gözaltına alınan İlyas idi. O zavallı kim bilir ne haldedir? İri vücutlu, güçlü kişiliği vardı. Ama bu insan kasaplarına nasıl dayansın! Kendisinin “Kulageri” gibi Batıraş’ın baltasıyla öldürülmüş olmalı.
Halkın başına bir felaketin daha geldiği muhakkak. Sıradan olay bir olay gibi ama etkisi derindi. Bu sefer hedef, aydınlar. Halkın kaymak tabakasını yok etseler, kalanları köleye çevirmek çok kolay. Bu defa merhamet ve acıma olmayacak. Etini parçalayacak, kemiğini un ufak edecek makina gürültüler çıkararak çalışıyor. Bu durumda yardım elini uzatıp kurtarabilecek kim var? Emekçi halk mı? Geçim derdindeki halktan ne bekleyebilirsin ki?! Bizim Kazaklar öz evlatlarına sahip çıkabilecek aşamaya henüz yükselmiş değil. Eski devirdeki hür zamanı olsa, kurtarabilirdi… Bundan bir kaç yıl önceki açlıkta yaklaşık yarısı kırılan Kazak’ın bel kemiği kırılmadı mı? Millete yön verecek liderler nerede? Liderlerin durumu bu; kendileri ağır işkenceler altında hapishanelerde yatıyorlar.
Şaire hapishaneler yabancı değildi. Aklar ile Kızılların savaştığı dönemde Kolçak’ın “ecel vagonuna” da bir girip çıkmıştı. Ama o zaman her şey farklı idi. Genç idi. Atılan kurşuna karşı koşan yirmili yaşlarında hiçbir tehlikeyi ciddiye almazdı. En önemlisi önünde yüksek idealleri, hiçbir şeyden yılmayarak peşinde koştuğu yüce ülküsü vardı. Özgürlük, eşitlik, adalet diyerek dünyayı sarsan sosyalizm ideali. Dönemin önemli simgesi haline gelen devrim sloganlarının büyülü rüzgarları onu da arasına katıp götürmüştü. Aman, hakiki devrimciye o sırada hapishane de laf mıydı? Baskı, sürgün, hapis bir devrim savaşçısının başına gelebilecek olağan işlerden görünürdü. Kolçak hapishanesi, oradan kar taşıyan kızağa saklanıp kaçması, halkın arasına karışarak gizlendiği günler, Arka bölgesinden sığınacak yer bulmaması, Betbak’dan geçerek Çu’ya varan yolculuğu, hepsi romantik, heyecanlı ve ilginç yaşanmışlıklardı… Şükür, o çektiği sıkıntılar boşa gitmedi. Çok geçmeden her yerde Sovyet hükümeti kuruldu. Nereye gitsen dalgalanan Kızıl bayraklar, zafer marşı, genç Kazak marşı… Ün şöhret dedikleri kendi kendine geliyordu.
Bugünkü durum ona hiç benzemiyor. Mesele, aradan yirmi yıl geçip, yaşlanmasında değil, idealin çökmesinde, devrime inanan bütün bir neslin ortada kalmasındaydı. Rezalete bak, o şimdi temelini kendi eliyle inşa ettiği, yirmi yıl boyunca her türlü eleştirilere rağmen adına destanlar yazdığı Sovyet hükümetinin hapishanesinde yatıyor! Bu ne? Kaderin cilvesi mi, yoksa aniden ortaya çıkan bir felaket mi? Verilen emeğin, dökülen terin karşılığı nerede? Kazakların önde gelen kişilerinin önünde kötü olması, kara sopalı komünist olarak adlandırılması karşılığında aldığı “ödül” bu mu? Sadece kendisi aldanmış olsa iyi, peşine takılan saf halkın da vebaline kaldı! Allah’ım, hiç kimseye vefa göstermeyen bu ikiyüzlü siyasette ne işi vardı? Allah vergisi yeteneği, başkalarına göre üstün şairliği vardı ya. Doğduğu Gökçedağı’nı şarkı yaparak, ayrılmış kuğulara şiirler yazarak, kendi halinde niçin yaşamadı ki? Şimdi ne oldu? Slogan atmakla geçen aldatıcı ömür, geldi ve geçip gitti…
Uzun süre yalnız kalan insanın içini boşaltıp kendi kendisiyle konuştuğu olur. Şimdi yazarın göğüs kafesinde iki kişi oturuyor gibi. Biri aklayıcı, ikincisi karalayıcı. O an kendisini savunan birinci ses konuştu.
– Sen kendini değersiz görerek suçlama! Kaybolmuş, aldatılmış nesil sadece sen değilsin. Her zaman devrimin cefasını birileri çekerken, sefasını başkalarının sürmesi adettendir. Sosyalist fikirde hiç yanlışlık yok. Orta düzeyde tahsili olan, senin gibi bir köy çocuğu değil, Avrupa ile Asya’nın ağzıyla kuş tutan nice bilgili insanları da bu yolu seçmişti. Kendin bir düşün: hürriyet, eşitlik, adalet kötü şeyler mi? Bu fikir insanoğluyla beraber yaşamaktadır. Niyetin hak idi, sen de halkına özgürlük almak istedin. Senin sorunun sosyalizmde değil, başka şeyde. Sebebini o tarafta ara! – dedi somut bir ifadeyle.
Diğer yanında bekleyen “rakibi” de onun sözlerini bitirmesini bekliyormuş, hemen atıldı:
– Ama şunu da dikkate almak gerek. Sosyalizm ne kadar mükemmel olsa da, o Kazağın kendi orijinal fikri değil, dışarıdan gelmiş, bu halka şiddet kullanılarak empoze edilmiş, – dedi yüksek sesle. – Uçsuz bucaksız bozkırda özgürce konargöçer hayat süren, ne endüstrisi, ne işçi sınıfı olan Kazaklara sınıf mücadelesi ve proleterya diktatörlüğü niçin lazım oldu? “Kendi düşen ağlamaz” dedikleri bu. Proleterya, kendine yabancı toplumu ezmeden durmaz. Öyleyse, sen de kendi kurduğun diktatörlüğün kurbanısın!
-Hayır, yine de, mesele sosyalizmde değil, başkada! – dedi yeniden birinci ses. – Sen bu sefer konudan uzaklaştın. Bu, sınıf mücadelesi değil, milleti yok etme. Soykırım. Senin bile hala unutamadığın 1932 senesindeki açlık felaketinden milyonlarca Kazakların hayatını kaybetmesi de, bu siyasetin ürünü. Senin başlıca hatan, sosyalizm ile emperyalizmi ayıramayışında. En başta kimin arabasına bindiğini bilmen gerek idi. Daha önce köle olan sen, şimdi de kölesin. Hiçbir değişiklik olmadı. Böyle köle olarak göçer gidersin bu dünyadan.
Bundan sonrasını dinlemeye şairin takatı yetmedi. “Tamam yeter! – diye yüksek sesle bağırdı. – Evet, doğru söylüyorsun, bizi mahveden sosyalizm değil, sömürgecilik! Ara vermeden devam eden imparatorluk siyaseti! Benim o “Sovyetistan” diye peşinden gittiğim, meğer isim değiştirmiş o imparatorluk imiş. Ahmak kafam, onu da fark etmemişim, ah! “Birisi kız alıp kaçsa, diğeri boşa kaçar” denildiği gibi devrimin rüzgârıyla gitmişiz. “Köleyi aferin öldürür!” dedikleri de bu. Başka şeyleri unutsak da, kendimizin köle olduğunu nasıl hatrımızdan çıkarmışız? Halkın kafeste ezilirken, sen özgür gökyüzünde uçan kızıl sungur olmak istiyorsun. Bu nasıl bir zavallılık?!”
Tabii ki, Kazakların hepsi ahmak değil. Bu devrimin temellerinin sığ olduğunu, onun sonunda ne olacağını “Alaş Milli Hareketi” temsilcileri çok önceden tahmin etmişti. Felaketi önlemek için tartıştı, mücadele etti. Reformun başka yollarını önerdi. Ama onlara Kızıl sempatizanları fırsat verdi mi? Tahriklere kapılan solcular her taraftan saldırıp, etkisiz hale getirmeye çalıştılar. O solculardan biri de, yazarın kendisi. Milliyetçiler ağlaya ağlaya sahneden gittiğinde “biz kazandık” diye sevindiler! Yazık! Yendikleri kim şimdi? Milletin liderleri… Bir bakıma o Alihan, Ahmet, Mir Yakup ve Mağcanların pişmanlıkları yok. Milletinin özgürlüğü için mücadele ettiler. Bu uğurda başlarını verdiler. Alınları ak, yolları hak. Gerçek kurbanlar diye onları söylemeli. Peki, Kızıl komünistler kimin “kurbanı”? Bunca mücadelenin sonunda elde ettiği kazancı bu mu?
Hükümet tarafından halka yapılan ihaneti bilemedim, anlayamadım, dese yalan olur. Biraz vakit geçince, o da bunu fark etti. 1932 yılındaki açlık felaketi zamanında deli gibi sağa sola koşuşturdu. Ama, ne fayda, ferasetli insanların çok önceden hissetmiş oldukları gerçeği, o Kazakların yarısı açlıktan kırıldığında ancak görmüştü. O da tam değil. Tüm suç, Kazakistan Komünist Partisi I. Sekreteri Goloşçekin’de ve onun arkasından düşünmeden giden Kazakların basiretsiz siyasetçilerinde diye düşünmüştü. Bir toplantıda şair, Goloşçekin ile sert bir şekilde tartışmaya girmiş, hatta Filip İsayeviç Goloşçekin’e vurmaya da çalışmıştı. O merhametsiz giderse, her şey yoluna girecekmiş gibi görünmüştü… Evet, üst üste gelen şikayetlerden sonra Goloşçekin gidip, onun yerine Mirzoyan geldiğinde, ortamın biraz rahatladığı hakikat. Halk kendine geldi. Aç karnı doydu. Moskova’da Kazak edebiyatının onuncu yılı kutlandı ve şaire de madalya takıldı… Madalya almasının üstünden daha iki yıl bile geçmemiş! Demek, bunların hepsi aldatmaca, çocuğun eline şeker tutuşturmak gibi bir şeymiş. Fırtına öncesi sessizlik. Duyduğuna göre Kazakistan Komünist Partisi Sekreteri Mirzoyan’ı yakalayıp götürmüşler. O zaman bu hükümet kime vefa gösterecek?
Artık hepsi için çok geç. Elden yetki alındıktan, kendin hapse girdikten sonra pişman olsan ne, pişman olmasan ne? Yanlış yol insanı uçuruma götürürmüş. Evet, şairden siyasetçi olmaz. Bu, onu bir kez daha doğruladı. Kaldıramayacağı topuzu beline bağlamış. Ülke yönetimine katıldıysan, altı tepenin ötesini görmen gerekirdi. Kim dost, kim düşman, müttefiğin kimler, bunlarda yanılmaman gerekir. Bu ise daha burnunun ucunu görememiş. Kime kızacaksın?
Şairin düşüncesi yine ikiye bölünüp, kendi aralarında konuşmaya devam ettiler.
– İniş çıkışlı dünya, sömürgeci hükümet için sen sorumlu değilsin. Halkın önünde vicdanın rahatsa, başkasını dert etme! – dedi birinci ses. Sen de halkın için az cefa çekmedin. Birçok kez tehlikelere atıldın. Hata yapmış olsan da, halkın geleceği için çalışırken hata yaptın. Gelecek nesiller bu gayretlerini dikkate alacaktır…
– Gayret ettiğin doğru. Ama kendi menfaatini de bir an olsun unutmadın! – dedi ikinci ses hemen peşinden. – Bencildin. Hep ben ben dedin, kibirliydin. Kendini aşırı seviyordun. Bu yüzden her zaman güçlülerin, kazananların gurubunda oldun. Kumarda bahse başını koyduğun doğru. Ama elinde kozun var idi. Şöhrete, itibara ve makama düşkün oldun. Sana yolunu kaybettiren işte bu makam düşkünlüğün idi.
Yeter! Bu şöhret de, makam da kahrolsun! Makamların en yükseklerine çıktı da, ne elde etti? Dört yıl kadar Halk Komiserleri Şurası’nın başkanlığını yaptı. Bu yüksek mevkiyi yadırgamadı; devrim için verdiği emeklerin karşılığı diye düşündü. Makamın ise bulaşıcı bir hastalık olduğu bir gerçek. O bunu makamlarda oturduğunda değil, azlediğinde anladı. Betbak’ın çöllerinde tek başına kalmış gibi kendini çok yalnız hissetti. Başındaki talih kuşunu birileri çekip almış gibi sıkıntıya düştü. O sene başkent Orenburg’dan Akmescit’e taşındı. Burjuva milliyetçileri yeniden güç toplayıp, solcu komünistlere üstün gelmiş gibi görünüyorlardı. Başkenti, güneye taşımak için baskı yapan da, bu sağcı gruplardı. Ama Akmescit ismi Moskova’nın hoşuna gitmedi. Yeni bir isim bulmak gerekti. Uzun tartışmalardan sonra, uzlaşma sağlandı. Akmescit’in yeni adı Kızılorda. İki taraf da “biz kazandık” diye düşündü. “Kızıl” kelimesi ekledikleri için Kızıllar memnun. “Orda” kelimesi sokuşturdukları için milliyetçiler sevinçli.
1925 Nisanda Kazakistan Sovyetlerinin V. Kongresi yapıldı. Bu kongrede Kazaklar önceden “Kırgız” olan yanlış isimden kurtulup, kendi isimleri olan “Kazak” adını aldılar. Bu hepsinin ortak sevinci oldu. Bununla birlikte, kongrede yöneticiler seçildiğinde, milliyetçilerin ağırlık koymasıyla şair, hükümet kadrosuna giremedi. O zaman onun nasıl umutlarının tükenip, aşağılanmış hissetiğini kelimelerle ifade etmek mümkün değil! İç dünyasını şiddetli öfke ve dinmez bir kırgınlık sarmıştı. Ah Allah’ım, onun makam mevkide ne işi vardı! Sonunda bu beşeri duygular onu peşinden sürükledi ve geri dönüşü olmayan hatalar yapmasına sebep oldu.
Aradan bir ay geçtikten sonra şair, Moskova’daki Sovyetlerin Tüm Birlik III. Kongresi’ne katıldı. On gün süren toplantıya ara sıra Stalin de katıldı. Kızıl surlarla Kremlin, Kızıl Meydan, dalgalanan kızıl bayraklar şairin devrimci ruhunu yeniden heyecanlandırdı. Galiba, onun etkisiyle olsa gerek, bir gün prezidiyumda oturan Stalin’e not yazıp, kendisiyle bir görüşme isteğini iletti. Amacı, kendisinin görevden alındığını ifade edip, buradaki Komünist Akademisinde tahsil görmek için iznini istemekti. Toplantı bitmek üzereyken Stalin onu kabul etti.
Bu, Stalin’in o zamana kadar kendine ayak bağı olan hasta Lenin’den kurtulduğu, bütün iktidarı kendi elinde topladığı, fakat bugünkü gibi heybet ve korku saçmadığı zamanıydı. Kazakistan liderlerinden biri olan şairi, o önceden tanıyordu. Birçok toplantıda, ziyafette bir araya gelmişlikleri vardı. Koyu siyah bıyıkları ve gür siyah saçlarında bir tel bile beyaz yok, kırk beşine yeni çıktığı zamanlar. Rusça konuştuğunda her kelimeyi üstüne basarak, hata yapmadan söylemeye çalışsa da, Kafkas aksanı yine de belli olurdu… O girdiğinde, Stalin’in yanında Molotov ve Kuybışev oturmaktaydı.
– Yoldaş Seyfullin hoş geldiniz! Kazakistan’de neler oluyor? Anlatınız! dedi tokalaştıktan ve yerine oturduktan sonra.
Şairin söylemek istediği başka idi. Ama konuşurken bazı şeyleri anlatmadan duramadı. İçindeki kırgınlık ister istemez dışarı çıktı. Ülkedeki siyasi durumu anlatırken, burjuva milliyetçilerinin gücü ellerine aldığını da gizlemedi. En sonunda kendisinin görevden alındığını söyleyip, Moskova’da tahsiline devam etmesine izin verilmesini istedi.
– Daha önceden ne tahsil görmüştünüz?
– Ombı’daki öğretmen okulunu bitirmiştim.
– Bir devrimci için bu eğitim az değil. Benim de tüm bitirdiğim papaz okulu idi! – dedi Stalin bıyığını burarak. Sizi akademiye sokmak çok kolay. Ama sizin gibi kıdemli komünistlere Kazakistan’da şu anda ihtiyaç yok mu?! Endişelenmeden geri dönünüz. Biz Kazakistan’daki durumu çok geçmeden yoluna koymuş olacağız.
Görüşme böylece sonlandı. Liderle yüz yüze konuşup görüşmesini kendisine bir övünç meselesi yapmasa da, epey morali düzelmiş ve neşeli bir şekilde döndüğünü hatırlıyordu. Söylediği gibi, çok geçmeden Kazakistan’da “yoluna koyma” başladı. O sene Eylül ayında Kazakistan’a yönetici olarak Filip İsayeviç Goloşçekin geldi. O daha ilk gördüğünde şairin hoşuna gitmedi. Goloşçekin hırsız bir köpek gibi yalakalanan bir tipmiş. “Son Rus çar ailesini kurşunlamış, eli kanlı, yolu zulüm dolu birinin gelmesi hayra alamet değil” diye içinden geçirmiş. Ve sanki onu kendisi davet etmiş gibi, bir süre vicdan azabı çekmişti.
Goloşekin, buraya geldikten sora çevresine kendisine itaatkâr, bir dediğini iki etmeyen ve mümkün olduğu kadar yarım tahsilli kişileri topladı. Şairin nüfuzlu oluşundan çekinmiş olsa gerek, ona görev vermedi. O da inat etmiş gibi görev istemedi. Bütün hıncını kağıt ve kalemden çıkarırcasına, epeydir aklında olan “Dar Yol Kaygan Geçit’”i yazmaya girişti.
Kanıtları ve belgeleri toplanmış ve zihinde olgunlaşmış kitabın yazılması uzun sürmedi. Bir sene zarfında kağıda geçirildi ve ertesi yıl kitap olarak basıldı. Belgelere dayanan eserde Sovyet Hükümeti’nin kurulması yolunda mücadeleler, şairin kendi başından geçenler, devrime emek vermiş insanlar ve onlara karşı çıkan zengin taraftarı milliyetçiler hareketi ayrıntılı olarak anlatılıyordu. Öyle çok kötü bir kitap değildi. Hayatın içinden alınmış muhteşem bölümler vardı. Sadece “Bunlar Sovyet Hükümeti’nin düşmanı” diye, Alaş Milli Hareketi’nin üyelerinin isimlerini tek tek açıklamış olması yersizdi.
“Dar Yol” hemen Rusça’ya çevrilmeye başlanmaştı. Bu çeviriyi eline nasıl geçirmişse, Goloşçekin bir görüşmesinde:
– Yoldaş Seyfullin kitabınız harika olmuş! Ülkedeki siyasi durumu çok güzel anlatmışsınız! – diye ağzının suyu akarak övmüştü.
Şair onun övgüsüyle gururlanmadı, hatta aksine biraz rahatsız olup, yüzünü buruşturmuştu. Bununla birlikte Goloşçekin kitaptaki bazı anlatılanları kendi menfaatine kullanmasını bildi. Aradan daha bir yıl geçmeden, “burjuva milliyetçisi” diye adlandırılan toplumun önde gelen kişileri bir bir tutuklanmaya başlandığında, şair nasıl bir hata yaptığını anladı. Kazaklar kardeşlerine kırılsa da, ölümlerine razı olamazdı. Böyle olacağını kim tahmin edebilirdi? O sadece kitabında Sovyet Hükümeti’ne yaptığı hizmetlere vurgu yapmak istemişti. Şair de insan, belki geçmişteki olayları hatırlatarak hükümet nezdinde kendi itibarını arttırmak istemişti, kim bilir?! Alaş üyelerinin isimlerini sayarken, amacı rakiplerinin toptan yok etmek değil, onları kendince tehdit edip “haddinizi” bilin demek istemiş idi. Yine de bu ihtiyatsızlığını ebediyen affetmeyecekti. Her zaman tarihe vakit hakemlik eder. İlahi teraziyi elinde tutan bir kişiymiş gibi, çağdaşlarına bu kadar gaddarca bir hüküm verecek kadar bu kim idi? Ruslarda “Kalemle yazılanı baltayla vurup yok edemezsin” diye bir atasözü var. Ak kağıt namusun, siyah mürekkep kanın gibi. Söz iki yüzlü keskin kılıç. Dikkat etmezsen, kendini kesersin…
Bir ara tutukluya öğle yemeği getirildi. İki dilim ekmek, bir bardak çay, darı lapası. Yemek, üç arsızın biri. “Uyku arsız, gülmek arsız, yemek arsız” diyor Kazak atasözü. Nasıl bir felakete duçar olsan da, bu üçünden vaz geçemezsin. Açlık ilan etsen, bu hükümetin umurunda olmaz. Hatta açlıktan ölsen daha iyi “kalp krizi geçirdi” derler ve bir çukura gömerler… Yemekten sonra odanın içinde bir ileri, bir geri volta attı. Kapı ile karşı duvarın arası üç-dört adımlık yer. Özgürlükteyken, Kazak aydınları hizipleşerek geniş bozkırlara sığmıyorlardı, şimdi nasibi, hapisanenin dar bir hücresi… En son darbeden sonra sağ taraf kalçası bastırmadan, sancılanıyordu. Az sonra yatağına gelip uzandı.
Böylece, kamçının sapı gibi kısa ömür göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zaman dilimi gibi çabuk geçip gitti mi? Şair titreyerek iç çekti. Bu hayata uçsuz bucaksız bozkırlarda başlamış idi, şimdi dar bir kafeste son verecek. Yalan dünya denilen bu. Bu fani dünyaya “yalan” adını koyan Kazaklardan başka bir millet yok. “Her şey aldatıcı, geçici” diyor. Ona bakılırsa, Kazakların dövünüp, pişmanlık duyduğu sayısız olaylar olmuş olmalı! Elbette bu dünyada yaşamak da, ölmek de yeni bir şey değil. Bu sözü söyleyen kim idi? Sergey Esenin imiş. Talihi yaver gitmeyen şair hayata veda ederken: “Bu dünyada yaşamak yeni bir şey değil ve tabii ki ölmek de” dememiş miydi. Ona göre daha talihli Mayakovski “Yaşamak güzel, hayat güzel” diye yazmıştı. Birbiriyle yıldızı barışmayan Mayakovski ve Esenin nerede şimdi? İkisi de bu topluma sığamamış ve ortada olağanüstü bir şey yokken intihar etmişlerdi.
İlk işkence gördüğü günlerde şair de bir yolunu bulup, ölmeyi düşündü. Aksilik bu ya, ne boğulup ölecek ip, ne de damarını kesecek bir demir parçası bulsa ya! Herhangi bir imansız celladın elinden ölmektense, kendi kendini öldürmeyi yeğlerdi. Sonra düşününce, bu fikrinden döndü. Onsuz da sıkıntısı çok, karmaşık kaderini kendi eliyle zorlaştırmak istemedi. Neyse, ömür kendi ritminde akıp gitsin. Bunun vebali Sovyet Hükümeti’nin boynunda. Haksız yere dökülen kan günlerin birinde sömürgecilerin yüzüne kara leke gibi çalınmayacak mı? Zaman kendi adaletini bir gün gösterecektir.
Sahi, bu toplumun sonu ne olacak? Bu haliyle gidecek mi, yoksa bir değişme olacak mı? Değişim olacak gibi. Dünya değişmese, eskinin yerini yenisi almasa, yenilenmese, bu dünya mahvolup gitmez mi?! Bakalım, bundan elli yıl, yüz yıl sonra nasıl bir nesil gelecek? Onlar bir zamanlar Seyfullin diye birinin olduğunu bilecekler mi? Elbette, bileceklerdir, yazmış olduğu kitapları var ya! Onlardan yakılmaktan, yok edilmekten kurtulan birkaç tanesi herhangi bir tarihçinin, araştırmacının eline düşmez mi dersin? Bunu beni tanımayan nesil nasıl değerlendirecek, mesela burada. Onlar onun eserlerini okurlar, arşiv belgelerine göz atarlar. Hepsi bir aynı fikirde olmazlar, aralarında şiddetli tartışmalar çıkar… Elbette, onlar ancak ellerindeki bilgileri yorumlayacaklar. Peki, şairin hapisteki son düşüncelerini, ağır işkencelerden sonraki son değerlendirmelerini kim ulaştıracak? Ona şimdi “Benim sırrım, yiğitler, değil kolay… Ben bir muamma insanım, onu da düşün” diyen Abay’ın sözlerini tekrarlamaktan başka ne kaldı?
O günün akşamı şair enteresan bir rüya gördü. Daha önceki rüyaları belli belirsiz, bulanık olur idi, bu seferki gördüğü, gerçekmiş gibi netti. Arka’nın geniş bozkırlarıymış… Halk yaylaya doğru ilerliyor gibi. Up uzun, renkli bir göç… Eyerleri parlayan tüylü başlıkları olan kızlar, küheylanlara binmiş yiğitler. Şairin altında şiirlerinde sık dile getirdiği beyaz atı var…. Bir ara birçok oba bir gölün etrafına mola vermek üzere yerleşiyor gibiydi. Etrafında kamışların olduğu büyük bir göl. Balaban kuşu gölüne benziyor. Gölün yüzeyinde bembeyaz kuğular yüzüyor. Birdenbire bir gürültü koptu. Gölün yüzü yangın yerine dönmüş gibi. Yangın değil, kana boyanmış kuğulara birileri kıyıdan kurşun yağdırıyordu sanki… Şair “kuğuları öldürmek yasak” diye seslenmek istiyor. Ama ne kadar zorlasa da sesi çıkmıyor… Böyle mücadele ederken uyandı. Vücudunu soğuk terler bastı. Gün doğmuş olsa gerek, hücrenin içi alaca karanlık. “Hayra alamet değil, – dedi şair içinden fısıldayarak. – Bu zamanın düşü de korkutucu.”
Bundan üç gün sonra, gece yarısı kapı paldır küldür açılıp, içeriye iki üç adam girdi. Yürüyüşleri nasıl hızlıysa, yüzleri de o kadar soğuk. Aralarında onun tanıdığı çakır gözlü sorgu memuru da var. Girer girmez şairi kaldırıp, hiçbir şey demeden önlerine katıp götürdüler. Tutukluları çok uzağa götürmeden, bu gri evin altında kurşuna dizdiklerini duymuştu. O yok oluş zamanı gelmişti galiba. İçinden Allah’a sığınıp kelime-i şehadet getirdi. Kızıl komiserin çoktan beri Allah’ı ağzına aldığı bu andı. Şehit olacaktı, Allah kendisini affeder…
Bodurumun girişinde bir lamba yanıyor. Bundan sonraki uzunca salon da gündüz gibi apaydınlık. Oraya girdikten sonra birisi: “Sovyet Sosyalistik Cumhuriyetleri adına” hükmü okumaya başladı. Şair ona kulak vermedi. Bütün dikkati kapısı açık duran az önceki salonda. Yerdeki döşemede halka halka kan lekeleri belli oluyor. Birini az önce kurşuna dizmiş olmalılar, kıpkırmızı kanlar yerlerde olduğu gibi duruyor.
Bir süre sonra şairi birileri ite kaka, o tarafa doğru götürdü. Duraksamadan içeri girdi. Çoktan beri beklediği bu idi, gönlünde zerre kadar korku yoktu. Bu dünyada onun esirgeyeceği nesi kaldı ki? Daha önce ölümü kim başından geçirmiş? “Ölüm nasıl olur” diye bir merak var sadece. O da yazarlara mahsus bir merak… Kapının iç tarafında silahlı celladın durduğunu farketti. Ama dönüp bakmadı. “Bunlar ıskalamaz. Canımı acıtmazlar” dedi içinden. Bu düşünceyle öne doğru beş altı adım atar atmaz, aniden arka tarafından güm diye bir ses çıktı, birisi ense köküne gürzle var gücüyle vurmuş gibi şair uçarak düştü… Bundan sonrası dipsiz zifiri karanlığa ve yokluğa dönüştü.
Kendi halkı için özgürlük, eşitlik arayarak, dolambaçlı yollara sapan şair dünyadan böyle göçtü. Fakat o, dünyanın bu şekilde kalmayacağını hissetse de, haksız yere akıtılan kanların ahının çarptığı acımasız imparatorluğun aradan yarım asır geçmeden parçalanıp çökeceğini, Kazakistan’ın bağımsız olacağını, kendilerine göre çok daha adaletli, çok daha bilinçli, özgür neslin talihsiz babalarını çok suçlamadan, tarihin kir paslarından temizleyeceklerini bilmiyordu.
Kazakçadan Çeviren: Prof. Dr. Abdulvahap Kara – Betül Tanrıöğen
Not: Bu çeviri aylık edebiyat dergisi Birnokta’da yayınlanmıştır.